SOKAK YAZILARI

Salda Gölü gidince yerine Korona Virüsü geliyor – Bülent Şık

Göle verilen ve verilecek zarar ile korona virüsü salgını arasında bağlantılar kurmak mümkün. Meseleye biraz daha yakından bakalım öyleyse…

Burdur’un Yeşilova ilçe Belediye Başkanı CHP’li Mümtaz Şenel ve eşi Fatma Şenel önceki gece saat 04.30 sıralarında evlerinde silahlı saldırıya uğradı. Yaralanan ve hastaneye kaldırılan Mümtaz ve Fatma Şenel’in tedavi altına alındıkları ve durumlarının iyi olduğu açıklandı. Kendilerine acil şifalar diliyorum, umarım en kısa sürede sağlıklarına kavuşurlar.

Mümtaz Şenel, Burdur Gölleri Havzası’nın en nadide göllerinden biri olan Salda Gölü’ne yapılacak Millet Bahçesi projesine karşı çıkan, meseleyi kamuoyunun gündemine taşıyan kişilerin başında geliyordu. Saldırının nedeni yapılacak soruşturma sürecinde açıklığa kavuşur umarım.

Salda Gölü’ne yapılacak Millet Bahçesi projesinin iptal edilmesini sağlamak için çok sayıda girişim yapılmıştı. Ancak yapılan onca girişime rağmen önceki hafta proje başlatılmıştı.

Fotoğraf: Twitter

Gölün sahil hattındaki eşsiz kumsala giren iş makinaları sahil boyunca kumları kazıyarak büyük bir zarara yol açmıştı. Kamuoyundan yükselen tepkiler nedeniyle proje bir kez daha durdurulmuştu.

Salda Gölü meselesi korona virüsünün ya da bilimsel adıyla SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı salgının gölgesinde kalmamalı.

Aslına bakılırsa göle verilen ve verilecek zarar ile korona virüsü salgını arasında bağlantılar kurmak mümkün. Meseleye biraz daha yakından bakalım öyleyse.

SALDA GÖLÜ’NDEN MARS GEZEGENİNE

Salda Gölü’nün tabanı arkaik dönemde oluşmaya başlamış ve oluşumu hala da devam eden “stromatolit” adı verilen bakteriyel kökenli beyaz kayaçlardan oluşuyor. Gölü çepeçevre saran beyaz renkli sahil de rengini stromatolit oluşumuna borçlu.

Burdur Gölleri Havzası’nda yer alan bu eşsiz göl aynı zamanda çok sayıda canlı türü için de bir yaşam alanı. Çeşitli kuşlardan, su canlılarına çok sayıda canlı türüne ev sahipliği yapıyor.

Ama Salda Gölü’nün önemi yeryüzünün epeyce ötesine Mars gezegenine kadar uzanıyor.

Salda Gölü’nün Mars gezegeninde yaşamın izlerini tespit etmeye yönelik çalışmalar için de çok önem taşıdığı birkaç yıl önce New Scientist dergisinde çıkan bir yazıda dile getirilmişti.

Salda Gölü tuzlu ve sodalı bir göl ve bu tip göllerin Mars gezegeninde de bulunabileceği tahmin ediliyor. Bakterilerin gölün tuzlu ve sodalı sularında nasıl hayatta kalabildiklerini, yaşam döngülerini ve yaşadıkları çevre ile nasıl bir etkileşim içinde olduklarını anlayabilmek Mars gezegenindeki olası yaşam formları üzerine bilgi sahibi olmamızı sağlayabilir.

Yeryüzü bir mikroorganizma gezegenidir. Bakteriler ve virüsler gezegenimizin her yanına dağılmış, hemen her ortamda bulunan ve hayatın devamlılığını sağlayan temel döngülerde vazgeçilmez rolleri olan canlılardır. Onlar olmadan bir gezegende hayatın nasıl teşekkül edeceğini, neye benzeyeceğini bilebilmek olanaksız görünüyor. Tam da bu nedenle, Mars gezegeninde olası bir yaşamın izlerini dünyada Burdur ilindeki Salda Gölü’nde araştırabilme imkânına sahip olabilmek çok önemli.

Gölün önemi bakteriler gibi mikroskopla görülebilecek canlılarla sınırlı değil. Daha iri, gözle görülebilir olan canlılar için de gölün önemi çok büyük.

Salda Gölü, Burdur Gölleri Havzası olarak nitelenen bölgede yer alan göllerden biri. Yaklaşık 9000 yıllık bir yerleşim geçmişine sahip havzada Burdur Gölü başta olmak üzere irili ufaklı çok sayıda göl yer alıyor. Örneğin Acıgöl ve Yarışlı Gölleri de Salda gibi bilimsel açıdan önemi olan göller.

Havza çok sayıda endemik (Endemik: Latincede yerli anlamına gelir) bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapıyor. Örneğin nesli tükenme tehlikesi altında olan dikkuyruk ördeğinin (Oxyura leucocephala) dünya çapındaki en önemli yaşam alanını oluşturuyor.

Fotoğraf: Ali Şenel – Doğa Derneği

Dünya genelindeki dikkuyruk ördeklerinin üçte ikisi havzada yaşıyor. Ancak havza sadece dikkuyruk ördeği değil diğer kuş türleri için de bir yaşam alanı.

Burdur Gölleri Havzası’nın Türkiye kuş türlerinin %57’sini barındırdığı belirtiliyor.

Salda Gölü sakarmeke, elmabaş patka, yeşilbaş ve çamurcun gibi çok sayıda kuş türü için bir kışlama ve üreme alanı. Dolayısıyla göl havzasının yapılaşmaya açılması, göl suyunun aşırı kullanımı, kirletilmesi ve avlanma gibi faaliyetler yaban hayatın tahrip edilmesi anlamına geliyor. Bu tahribat sadece bölgede yaşayan kuş türlerini, balıkları ve bitki türlerini değil insanları da etkileyecektir. Tıpkı şimdi içinde olduğumuz SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı salgında olduğu gibi.

SARS-CoV-2 VİRÜSÜ NEREDEN GELDİ?

SARS-CoV-2, ebola ya da hanta virüsü gibi virüslerin toplumsal hayata sızmasının ya da bulaşmasının en önemli nedenlerinden biri dünya genelinde doğal yaşam alanlarının giderek daha büyük bir hızla tahrip ediliyor olması.

İrrasyonel bir niteliğe sahip kitlesel-endüstriyel üretim teknikleri; her yıl doğal hayata atılan milyarlarca (ve milyarlarca) ton toksik atık; hayatı bütün canlı türleri için güvencesiz kılan savaş ve çatışmalar bu tahribatın nasıl gerçekleştiği sorusuna verilebilecek bazı yanıtlar. Bu tahribatı kim yapıyor, nasıl yapıyor sorularına bu yazıda yanıt vermeyeceğim.

Canlı türlerinin bir nesilden diğerine devam eden bir hayat döngüleri var. Bu döngü belirli bir coğrafi alan üzerinde ve o alanda yaşayan diğer canlı türleri ile etkileşim içinde gerçekleşiyor. İnsan da o etkileşimlerin bir parçası.

Bir coğrafi alanın tahribi o bölgede yaşayan canlı türlerinin birbiri ile olan etkileşimini bozuyor. Yapılan tahribata ve türler arası etkileşimlerin ne ölçüde bozulduğuna bağlı olarak da çeşitli canlı türlerinin hayatta kalması tehlike altına girebiliyor. Bu yıkıcı süreç devam ettiği sürece biyolojik tür çeşitliliğinin azalması, canlı türlerinin yok olması kaçınılmaz oluyor.

Biyolojik çeşitlilik kaybı olarak nitelediğimiz bu büyük mesele ile SARS-CoV-2 salgını arasında çok yakın bir ilişki var. Çok özetleyerek söylemek gerekirse: Hayatın hemen her alanının piyasa ilişkilerinin boyunduruğuna sokularak tahrip edilmesi genelde dar bir coğrafi alanda ve belli sayıda canlı türü ile etkileşim içinde kalarak varlığını devam ettiren virüslerin yeni yaşam alanlarına sıçramasına yol açabiliyor.

Bir virüsün doğal yaşam alanı bir başka canlının bedeni ve insan bedeni de o bedenlerden biri. İnsan ve evcil hayvan nüfusunun fazla olduğu kalabalık yerleşim bölgeleri virüslerin yayılımını kolaylaştıran bir işlev görebiliyor.

SARS-CoV-2 virüsünün nüfusun fazla, kitlesel-endüstriyel kümes hayvanları ve domuz yetiştiriciliği faaliyetinin çok yoğun olduğu bir bölge olan Çin’in Wuhan bölgesinden çıkması bir tesadüf değil.

Wuhan bölgesinde geçtiğimiz on yıllar boyunca aile çiftçiliğinin tahrip edilmesi ile endüstriyel hayvancılığın yaygınlaştırılması-geliştirilmesi süreci birbirine paralel seyretmiştir. Aile çiftçiliğinin tahribi insanların yoksullaşmasına ve hayatlarının daha güvencesiz olmasına yol açmış ve bu durum da kentlere göç eden nüfusu artırmıştır. Elbette mesele bu kadar basit değil ve dikkate alınması, söz edilmesi gereken çok sayıda başka faktör de var. Ama meseleye gıda güvenliği odağında bakarak yaban hayatın tahribi, kitlesel-endüstriyel hayvan yetiştiriciliği faaliyetleri ve kalabalık kentlerin iç içe geçtiği koşulların virüslerin toplumsal hayata kolayca geçişini sağlayan bir işlev gördüğünü söylemek mümkün.

Bu sorunların sadece Çin ile sınırlı olmadığı küresel ölçekte seyrettiği de çok açık. Bu yıkıcı süreç örneğin G20 üyesi hemen her ülkede gözlenebilir. 2003 yılında Çin’de ortaya çıkan ilk SARS virüsü salgını çok bilinir ama örneğin aynı yıl Hollanda’da Gelderland bölgesinde ortaya çıkan ve Hollanda hükümetinin büyük bir çaba sarf ederek önleyebildiği SARS virüsü salgını pek konuşulmaz. Hollanda dünyanın en önemli canlı kümes hayvanı ve yumurta ihracatçısı ülkelerinden biridir. Dolayısıyla mevcut krizde halk sağlığına yönelik olarak Çin odağında konuştuğumuz meseleler Hollanda için de geçerlidir.

Türkiye’de bu sorunlardan ötede bir yere konumlanabilmiş değil. Benzeri bir virüs krizinin Türkiye’de de ortaya çıkması her zaman mümkün. Türkiye’deki kümes hayvancılığı sektörünün büyüklüğüne dair bir fikir vermek için, sektörün her yıl 16 milyon ton toksik karakterli atık madde açığa çıkardığını belirtmekle yetineyim. Kümes hayvancılığında kullanılan dezenfektanlarla, pestisitlerle, ağır metallerle, ilaç ve ecza ürünlerinin kalıntıları ile dolu bu atığa ne olduğu sorusunu da şimdilik buraya bırakayım.

Çin’in Wuhan bölgesinde, Hollanda’nın Gelderland bölgesinde, Brezilya’nın en büyük üçüncü eyaleti olan Mato Grosso’da; Amerika’da Iowa, Kaliforniya ya da North Carolina eyaletlerinde ya da özetle dünya genelinde çok sayıda ülkede şimdi yaşanan korona virüsü salgınına yol açabilecek koşullar mevcuttur. Bu ülkeler ya da bölgeler arasında kentleşme, nüfus, üretim kapasitesi, teknolojik imkanlar vs. açısından çeşitli farklılıklar olduğu bir gerçektir ama doğal yaşam alanlarının ya da yaban hayatın tahribi açısından bakıldığında aralarındaki benzerlik şaşırtıcı olmayacaktır. Farklı coğrafyalarda gerçekleşen bu yıkıcı sürecin ayak izlerini Salda Gölü’nü tahrip edecek projede de görebilmek mümkündür.

Doğal hayatın büyük bir hızla tahrip edilmesi kimi zaman salgın şeklinde seyredebilen hastalıklara yol açabilecek bakterilerin ve virüslerin toplumsal hayata girişini kolaylaştırıyor. Kalabalık kent nüfusları, kitlesel hayvan yetiştiriciliği gibi faktörlerin varlığına bağlı olarak da bir hastalık etkeni büyük bir hızla yayılma, salgına neden olabilme potansiyelini yakalayabiliyor. Bu konuda uzun yıllara yayılmış devasa bir akademik literatürün olduğunu, yaşanan korona virüsü salgınının meseleyi bilenler için bir sürpriz olmadığını, dahası bir salgının açığa çıkma ihtimaline uzun zamandır dikkat çekildiğini belirtmekle yetineceğim. Bu salgın geçip gittiğinde de sorunlar çözülmüş olmayacak, mevcut şartlar değişmedikçe kısa bir süre içinde başka bir salgın ortaya çıkacak.

SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı salgın bu bağlamda bir ilk değil ve son da olmayacak…

Bu yıkıcı gidişata engel olabilmek için ne yapabiliriz sorusunun kolay bir yanıtı olmadığının farkındayım. Doğal yaşam alanlarının ve yaban hayatın tahrip edilmesinin ve metalaştırılmasının değil korunmasının ve verilen zararların onarılmasının bir kamu politikası olarak öne çıkarılması gerekiyor. Eğer ille de bir iş, bir proje yapılacaksa zaten giderek kurumakta olan, kimyasal atıklarla kirletilen Burdur Gölleri Havzası’nı korumak, onarabilmek için yapılmalı. Bireysel veya kolektif olarak elden gelen bütün çabanın gösterilmesi gerektiğine inanıyorum.

Bülent Şık’ık bianet.org’ta yayınlanan yazısından

Benzer Yazılar